PASTANEDEKi ÇOCUK

 

PASTANEDEKi ÇOCUK


Kadın uçak biletleri için gereken parayı denkleştirebilmek için aylarca bir kenarda ufak ufak birikim yapmıştı. Bu zamanda üç çocukla tatile çıkmak bir servet değerindeydi ama çok istemişti ve bunun için hiç pişman değildi. Yıllar sonra doğup büyüdüğü kasabaya dönmek garip ama hoş bir duyguydu. İki oğlunu ve bir kızını yanına alıp çarşıya bir uçtan bir uca gezmişlerdi. Alt tarafı bir uzun caddeydi kasabanın merkezi. Girip çıkmadıkları butik, züccaciyeci, ıvır zıvır satan dükkan kalmamıştı. Müthiş kokular saçan bir kebapçıda yemek yediler. İlk defa hesabı umursamadan gönlünce sipariş vermişti. Fırınların, tatlıcıların önünden vitrinlerden gözlerini alamayarak geçtiler ama onun gitmek istediği yer başkaydı. Kasabayı ikiye bölen karayolunun altından geçen geçide yokuş inen caddeye saptılar. Kasabanın en gözde mekanları burada olurdu. Kadının gözleri köşedeki pastaneyi görünce ışıldadı, yüzüne tatlı bir gülümseme yayıldı.

„Bakın, babanızla da gelmiştik bu pastaneye.“

Buz gibi limonata, ağızda eriyen taze güllü lokum, kavrulmuş susamlı gevrek simit, avuç içi kadar kocaman bezeler çocukluğundan bildiği sevdiği tatlardı ve sevdiği şeyleri çocukları ile paylaşmaktan mutluluk duyardı. En büyük arzusu da çocuklarının arasında sarsılmaz bir bağ oluşturmaktı. Evlenip yurt dışına gitmesi ailesi ile arasına gerçekten aşılmaz mesafeler girmesine neden olmuştu. Bu yüzden kendini ayrı düşmüş, kenara itilmiş hissederdi. Sanki rüzgar onun tohumunu yabancı bir bahçeye atmış, ayrık ot gibi bitivermişti başka bir memlekette. Kızkardeşi nasıl da annesine naz yapar, abisi de babasının iki gözü, eli kolu olarak evde hep el üstünde tutulurdu. Kadın ise hep yalnızdı, ne çocuklarının doğumunda biri ona lohusa şerbeti kaynatmış, ne safra kesesini alındığında bir tabak çorba veren olmuştu. Bayramda seyranda ise kapısını açan hiç yoktu. Ancak çocukları büyüdüğünde, bir şeylerin bilincine varmaya başladıklarında, onları da kendi kültürlerine göre bildiği gibi yetiştirmeye niyet etmişti. O zaman gurbet sıla olacaktı onun için. Bir evken üç dört ev olacaklardı.

Bir masaya geçip yerleştiler. Yanlarına ivedilikle gelen garson bir arzuları olup olmadığını sordu.

"Birer limonata alalım mı ama buz gibi olsun." dedi kadın. Sonra da çocukları vitrinde pasta seçmeye yolladı. "Canınız ne istiyorsa ondan alın." Kendini arka fondan gelen müziğin ritmine bıraktı. Çocukluğunun pop yıldızının sesi kulaklarını doldurdu. Barış Manço’nun neşeli bir şarkısı çalıyordu: ayağında gümüş halhal…

Nasıl da rahattı kendi memleketinde. Uzun yıllardır ilk defa aklından geçenleri beyninde otomatik olarak tercüme etmeden dilinin ucuna geldiği gibi konuşmak iyi gelmişti. Kafası dinleniyordu insanın ana dilini konuştuğunda. Filtresiz, kendini en doğru şekilde ifade edebilmek için doğru kelimeyi doğru bir şekilde telaffuz etmeye kendini zorlamak zorunda kalmamak müthiş bir konfordu. Oysa ki o an o yerde olmak eski anıları da canlandırmıştı.

Evlenirken hayatının bambaşka bir şekil alıp yeni bir düzene oturacağından habersizdi. Almanya’ya giderken hiç bir şeyi düşünüp hesap yapmamış, sanki olması gereken buymuş gibi kocasının peşinden gitmişti. Tanışmaları da öylesine oldu bittiye gelmişti ki... Bahçeli evlerinin ikinci katındaki odasında pencereyi açıp bir masa örtüsünü silkelerken yan binadaki Almanya’da izine gelen ailenin oğlu ile göz göze gelivermişti. Kısa anlamsız bir bakışmanın ardından kendini bir garip hissetmiş örtüsünü topladığı gibi camın ardına çekilip tül perdeyi örtmüştü. Mutaassıp bir çevrede yaşayan mutaassıp bir ailenin kızıydı. Kızlarla oğlanlar öyle camdan cama bakışıp kesişmezlerdi. Sonra çarşıya çıkarken o genç bir anda ardında bitivermişti. Genç allem edip kallem edip onu geçide giderken pastanenin içine sokuvermişti. "Aşık oldum." demişti genç ona, hem de ilk bakışta. Aşk nedir bilmezdi ki kız ama gururu okşanmıştı. Peşinden koşulması, ilk defa pastaneye bir erkekle gitmesi, daha yeni mezunken, henüz bir yere iş başvurusu bile yapmamış, olasılıklar önünde açık... Hayatı henüz başlamamış bile sayılırdı. Utangaç tavırlarla bir kaç kelime zar zor çıkıvermişti ağzından. Sonra evden beklerler diye aniden kalkıvermişti ki genç onu takip edip peşinden gelmesin. Ya sokakta onları yanyana görürlerse? Yarımca küçük bir yerdi. Adı çıkardı.

İki gün geçmeden genç ailesi ile birlikte onu istemeye gelmişti. Anne ve babası Almanya‘dan bir talip geldiği için onur duymuşlar, kızlarının bu kısmeti kaçırmamaları gerektiğine kanaat getirmişler, yarım ağızla fikrini sorup iki aile arasında söz kesilmişti. Altı haftalığına gelmişlerdi izine. İşlemlerin uzun süreceği öne sürülerek alelacele nikah için gün alınmış senesine kalmadan da gelin olup gitmişti Almanya’ya.

Çocuklarının cıvıltısı onu kendine getirdi birden. Nerede olduğunu anımsamaya çalıştı. Yarımca’da eşi ile tanıştıkları gün oturdukları pastanedeydi. Kimbilir radyoda hangi şarkı çalıyordu. Anımsayamadı.

Çocuklar profiterol söylemişlerdi limontanın yanına. Kreması ağızda eriyor, çikolatası baş döndürüyordu. Buraya ilk geldiğinde de profiterol yemişlerdi. Ne tesadüf!

Kardeşlerinin her canları istediklerinde gelip bu pastanede profiterol yiyebileceklerini düşündü. Ne kadar şanslı olduklarının farkındalar mıydı acaba? Kadın yıllardır bunun özlemini duymuştu. Kaç defa aklına düşmüştü ya. Almanya'da o tadı bulamamıştı hiç. Oranın tatları kendine has, hiç buradakiler gibi değildi. Kardeşlerini de çok özlemişti. Oysa ki onlar sadece bir şeye ihtiyaç duyduklarında hatırlarlardı Almanya’da yaşayan ablalarını. Bilseler kadının Almanya‘da ay sonunu zor getirdiğini, yıllar var ki iki yakasının bir araya gelmemiş olduğunu. Beş yıl oturum ve çalışma iznini alabilmek için beklemiş, bu süre zarfında kocası onu rica minnet bir dil kursuna yazdırmıştı. Çalışma iznini alınca da diplomasını denkleştirip bir hastanede çalışmaya başlamıştı. Kocası da İş ve İşçi Bulma Kurumunun kadrolu işsizi... Yirmibeş yıl olmuştu.

Nasıl da şendi çocukları bugün, nasıl da mutlulardı seneler sonra memlekete gelebildikleri için. En son izine gelmelerinin üzerinden altı yedi yıl geçmişti. En küçük bir ayrıntıyı bile içlerine çekiyorlardı. Akrabaları ile konuşurken gözleri parlıyordu üçünün de. Sevilmek aileye kabul edilmek, onlardan biri gibi görülmek istiyorlardı. Onların kuş cıvılıtılarını andıran neşeli sohbetlerini gülümseyerek dinlerken yine dalıp gitti. Memlekete geldiği iki günde geçmişi çok yoğun yaşıyor, çocukluğu gençliği film şeridi gibi gözlerinin önünden geçiyor, her bir taşa, duvara, yola bakarken gözünde bir anı canlanıyordu.

Kocası yeni başladığı işyerinden izin alamadığını bahane ederek onlarla birlikte gelmemişti. Ya da kayınpederi ile yüzleşmek istemediği için gelmemeyi seçmişti. Babası yine iğneleyici bir tavırla „O hayta kocan ne yapıyor?“ diye sormuştu hiç lafını sakınmadan, çocukların anlayıp üzülebileceklerini hiç düşünmeden. Oysa yıllar önce o yaz kızlarını hiç tanımadan etmeden neredeyse allayıp pullayıp sunmuşlardı Almanya'dan gelen aileye. Gururluydu kadın. Kol kırılır yen içinde kalırdı. Ailesine orada yaşadığı sıkıntıları asla duyurmamıştı.

İkinci limonatalarını söylerken üç yetişkin ve bir çocuk pastaneye gelip yan masaya oturdular. Başlangıçta dikkatini çeken bir şey olmamıştı. Garson masalarına yaklaşıp siparişlerini aldı.

Küçük oğlu küçük bir fil yavrusu gibi bardakta kalan limonatayı pipetle bir anda içine fırt diye çekip bitirdi. Ortanca kız ve büyük oğlu kafa kafaya vermiş uçakta çektikleri fotoğraflara bakıyorlardı. Her şey ne kadar da güzel, tam olması gerektiği gibi diye düşündü kadın. O an yaşadığı huzur ve mutluluğun bir ömür boyu sürmesini diledi içinden.

Derken diğer masadaki küçük çocuk yerinden kalktı. Elini yıkamaya lavaboya gitti fakat dönüşte yanlarından geçerken onların masasına doğru öyle bir eğilmesi vardı ki çocuk düşecek sandı kadın. Sonrasında çocuğun bakışlarını onlardan ayırmadığını farketti. Küçük oğlu ile aynı yaşta olduğunu tahmin etti. Üstünde durmak istemedi, belki çocuk oğlunu okuldan bir arkadaşına benzetmişti kimbilir. Ama neden öyle dik dik bakıyordu? Gözlerini onlardan alamıyordu adeta.

Ne kadar sonra hesabı ödeyip çıktılar, geçitten geçerek karayolunun aşağısındaki güvercinli parka doğru giderken kadının aklında hala yan masadaki çocuk vardı. Onları gözlerken takındığı halleri zihninden atamamıştı. Ortada bir gariplik yok muydu?

„Çocuklar yan masadaki ufaklığı farkettiniz mi? Gözlerini bizden alamadı.“

Büyük oğlu „Ne sanıyorsun anne.“ dedi küçük kardeşi gözlerini kocaman açıp ona bakarken, „Aramızda Almanca konuşmamızı garipsemiş olmalı. Biz onun dünyasında birer yabancı değil miyiz?“

„Sahi“ dedi ortanca olan kızı, „Biz Türkiye’de Alman, Almanya’da Türküz.“

Kadının içi bir tuhaf oldu. Çocuklarının farkettiği bu gerçeği nedense düşünememişti. Neden düşünememişti? Oysa nasıl da bırakmıştı kendini filtresiz, en doğal haliyle. Hangi bahçenin çiçeğiydi o artık?

Defne Seidel

26.01.2022

Kommentare

Beliebte Posts