Romanlardaki Berlin

 Romanlardaki Berlin - Defne Seidel


Romanlardaki Berlin

Türk kökenli bir Alman yazarın yazdığı kitabın konusu Almanya'da hatta yaşadığı, çocukluğunun geçtiği, anılar biriktirdiği, kök salmaya çabaladığı, sılanın yuvaya dönüştüğü yerde geçmesi doğaldır. Hayatla savaşı burdadır çünkü. Derler ki Almanya başka, Berlin başkadır. Berlin özellikle kozmopolit bir şehir olması açısından Türk sakinlerinin kendini iyi hissettiği, kendini yaşadığı yer ile özdeşleştirebildiği bir şehirdir. Berlin'in Alman-Türk edebiyatında da yeri başkadır.  

Bir yazar romanının konusunun geçeceği yeri nasıl belirler? Mesela neden Berlin? Benim için bunun cevabı sürpriz sayılmazdı. Kırk yaşında yazmaya başladım ve hayatımın son yirmi yılını geçirdiğim yer Berlin'di. Bildiğim bir yerden başlamam gerektiğini düşünmüştüm. Hani bir söz vardır; tanıdık sularda yüzmek daha güvenlidir. Peki ama gerçekte neden hayalimde yarattığım bir x şehri ya da doğup büyüdüğüm şehir değil de Berlin olmalıydı bu yer?

Belki de romanlarımın konusunun geçtiği yerlerde gerçekte bir iz bırakmak istiyordum. Ya da belki bir göçmen yazar olarak sonradan geldiğim şehirde kök salmak istiyordum. Şehrin bir parçası olmak istiyordum belki de. Konusu bu şehirde geçen hikayeler yazarak bu şehri ne kadar iyi tanıdığımı, aslında beni ve bu şehri birbirinden ayrı düşünmenin anlamsızlığını, Berlin deyince beni hatırlamanız gerektiğini ifade ediyor da olabilirdim. Belki de benim gibi yolu Berlin'e düşmüş, Türk kökenli yazarlardan etkilenmiştim. Belki onların ayak izlerini aramış, onlara öykünmüştüm.

Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna romanını yıllar önce çok sevdiğim bir arkadaşımın „Mutlaka okumalısın, konusu Berlin’de geçiyor“ diye özellikle tavsiye etmesi üzerine okumuştum. Belki arkadaşım da beni Berlin ile özdeşleştirdiği için böyle bir tavsiyede bulunmuştu…

Kitabın kahramanı genc Raif eğitim icin geldigi Berlin’de bir pansiyonda kalmaktadır. Kahvalti ederken okudugu gazetede bir sergi açılacağını öğrenir ve açılışa gider. Orada gördüğü bir tablo dikkatini çeker: Kürk mantolu Madonna tablosu. Tabloya adeta vurulan Raif, o gün ve devamında serginin açılışından kapanışına kadar tabloyu seyreder. Kürk mantolu Madonna onu çok etkilemiştir. Yine tabloyu seyre daldığı günlerden birinde, bir kadın yanına yanaşır ve tablodaki kadını birine mi benzettiğini sorar. Raif efendi utangaç olduğu için kadının yüzüne bakamadan onu annesine benzettiğini söyler.

Raif Efendi daha sonra o gün sergide konuştuğu kürk mantolu kadına sokakta rastlar. Ertesi gün kadını tekrar görebilme umuduyla aynı yerde onu beklemeye başlar ve hakikaten onu görür. Kadını Atlantis adlı bir gece kulübüne kadar takip eder. Kulübe girdiğinde kürk matolu Madonna'nın keman çalıp şarkı söylediğine şahit olur. Şarkısı bitince kadın Raif Efendi'nin masasına oturur ve kendini Maria Puder olarak tanıtır. Kürk mantolu Madonna resmi onun otoportresidir. 

O günden sonra Maria Puder ve Raif Efendi arasında samimi bir arkadaşlık başlar.

“Ellerine sarıldım ve öptüm. Galiba gözlerim yaşarmıştı. Bir an kadar onun yüzünün bana yaklaştığını, gözlerinin, o zamana kadar gördüklerimden çok daha sıcak bir ifadeyle, beni adeta kucakladığını gördüm. Yüzümün birkaç santim ilerisine kadar yaklaşan bu saadet karşısında kalbim duracak gibi oldu. Fakat o birdenbire ve oldukça sert bir hareketle ellerini çekti ve doğruldu:

-Siz nerede oturuyorsunuz?

-Lützow Caddesi'nde!

-Uzak değilmiş!... Şu halde yarın öğleden sonra gelin beni buradan alın!” (Kürk Mantolu Madonna, Sabahattin Ali, Yapı Kredi Yayınları)

1928'de Berlin'de bugünkü gibi bir Küçük İstanbul olsaydı Sabahattin Ali Kürk Mantolu Madonna'yı yazamazdı kimbilir. Çünkü romanın kahramanı Raif Efendi büyük ihtimalle Türklerin yoğun yaşadığı Küçük İstanbul diye tabir edilen Kreuzberg'de ucuz bir pansiyonda kalır ve Türk arkadaşlarıyla Türklere ait mekanlarda vakit geçirirdi. Modern sanat eserlerinin sergilendiği bir galeriye yolu düşmez, Kudamm'ın nezih caddelerinden birindeki ışıltılı bir dans lokalinde annesine bakabilmek için geceleri şarkı söyleyen ressam Maria Puder ile tanışma imkanı bulup arkadaşlık kuramazdı. Tam da 1920'li ve 30'lu yıllarda Berlin'in Avrupa'nın sadece politik alanda önemli yer tutmakla kalmayıp kültür ve sanatta da altın çağını yaşayan bir başkenti olduğu zamanlara tanıklık eden bir roman. 

Sabahattin Ali’nin bir yıl kaldığı Berlin’den ayrılmasından sonra Berlin için zor yıllar gelecekti:

Çok geçmeden 1931 yılında İstanbul'dan yola çıkıp Berlin'e varan bir trenden edebiyat okumaya gelen genç bir kadın yazar Suad Derviş iner. Cebinde sadece son romanının telif ücreti olan 80 Mark vardır. O para hiç bitmesin ister ama kısa süre içerisinde meteliksiz kalacak ve yazarak para kazanmaya çabasına girecektir. Oysa yazılarının çevirilerini hiç bir yayınevi kabul etmemiş. "Biz Alman yazarları severek okuyoruz, neden bir Türk kadın yazarın kitabı burada okunmasın?" diye soruyormuş kendi kendine. Bir süre sonra bir magazin dergisinin ilanına denk gelmiş. Türkiye'de kuaförlerin durumu nedir? Eğitimleri, çalışma şartları nasıldır? Emeklerinin karşılığını hakkınca alabiliyorlar mı?" konulu bir yazı yazmış dergiye. Yazı karşılığında verilen o zamanın parasıyla 25 Türk lirasına karşılık gelen ücreti de utanarak kabul etmiş. Fakat o yazı çok dikkat çekmiş ve ondan sonra yayınevleri çeviri yazılarını basmaya başlamışlar. Bir kaç yıl sonra Türkiye'ye döndüğünde yazdığı Çılgın Gibi adlı romanında Berlin sefaretliğine atanan babanın hikayesi ile eğlencenin doruğunda altın yılları ve yüksek enflasyon ile şehir de yerini bulur. 

"Evvela, mütareke sonrasının çılgın Almanya'sında barlarda ve eğlence yerlerinde bu parayı harcamaya başlamıştı. Fakat harbi takip eden enflasyon günlerinde bu parayı kolaylıkla türketememişti. 

Nihayet Alman markı yükselip Alman şehirlerinde eğlence, diğer Avrupa şehirlerindeki fiyata yükselince Fazıl Bey Alman başşehrini bırakarak Avrupa'nın diğer büyük şehirlerinde ve eğlence merkezlerinde dolaşmaya başlamıştı."

Zaman dönemin nazi Almanyası; yahudilere zlum günlük hayatın bir parçası. Günlerden bir gün Suat Derviş macar arkadaşlarının evinde yemekte imiş. Dışarı çıktığında nazilerin sözlü sataşmalarına uğramış. Taksiye kendini zor atmış, kılpayı dayak yemekten kurtulmuş. Babası hastalanınca onu yanına aldırıp tedavi ettirmek istemiş, fakat babası ağır hastalıktan ölünce türkiye'ye dönmek zorunda kalmış. Bu şekilde Almanya macerası sona vermiş. 

O güzelim şehrin savas sonrasi acılı kaderini ise Füruzan'ın satırlarından okuyoruz: 

"Durduğu noktanın tam yukarısını anımsamıştı.

Nasıl inanılmaz bir yıkıntıydı o yıllarda.

'Bir zamanlar buraların bombalarla kökten silinip süpürülüp bir yangından çıktığını çevremdekilere söylesem, anlatsam, inandıramam ki kimseyi,' diye düşünmüştü Frau Lemmer.

'Hayır inandıramam onları. En büyük din ulularının adını tanık göstersem bile, inandıramam. Hiç bir iz yok ki... Ya benim yaşadıklarım.'

Savaş sandığından da eski bir tarihte mi olmuştu acaba? Yoğun kalabalıktan o anıları taşıyan bilen hiç kimse geçmiyor muydu?

Kurfürstendamm'la bağlantısı olan şimdiki Bundesalle bölgesinin o günlerde toprak, taş, demir yığınından oluştuğunu düşündü." (Berlin'in Nar Çiçeği, Füruzan, Yapı Kredi Yayınları)


Ne olmuştu Hitler'in sarı saçlı mavi gözlü Ari gençliğine? Yıkıntılar arasında mı kaldılar? Onu da günümüzde yazılan bir başka romanda okuyoruz. Almancayı bugün en iyi derecede kullanabilen bir edebiyatçıdan:

"Genç bir kız olarak gelirsin buraya. Her şey senin için bir macera gibidir. Her şey mükemmeldir. Oysa ki Berlin fakir bir evdi. 

Yaşadığım hayat kolay değil, dedi Isabel.

Aptal, dedi Helga, ben moloz yığınlarını taşıdım. Saç kestim. Traş ettim, saç yaptım. Çocuk burnu sildim. Tırnak kestim. İki patates için. Hiç biri yetmedi.

Ne zaman?

Binlerce ölü. Binlerce adam, binlerce kadın, binlerce çocuk ölüsü. Kan ve yapı malzemesi ile dolu huniler. Gökyüzünden dolu gibi ölü yağıyordu. 

Savaş mı? 

Savaşın bitiminde, son günler. Bombaların açtığı kraterlere ölüleri atıyorduk. Tek tek ölüler, yığınla ölüler. Ölüleri gömmek mi? Zaman yok. İnsan sevgisi mi? Zaman yok. Sadece şu var: Veba. Ari kızlar savaşın fatihi askerlerle birlikte olur. Şirretler. Ben de onlardan biriydim. Un, tereyağı, şeker, şpek, kahve için yaptım. Bira, vanilyalı sütlü çorba. Ağlı kadın çorapları. Amerikan sigarası. Sahte gıda vesikası. Dolandırıcılık. Alkol damıtıcılığı. Rus, Fransız, Albino - hepsini tattım. Pürüzsüz, okşanası bir cildim vardı...

Isabel artık dinlemiyordu." (Isabel, Feridun Zaimoğlu, Kiwi Verlag)


Savaşın bitiminde şehrin savaşın galip ülkeleri tarafından işgalinin ardından utanç duvarı olarak tarihe geçecek Berlin duvarının inşa edilmesini 1969'dan beri Almanya'da yaşayan işçi, şair ve yazar Aras Ören'in Berlin Üçlemesi romanında okuyoruz. Hayatını artık bundan sonra Almanya’da geçirecek olsa da ısrarla Türkçe yazmaya devam eden yazar buna rağmen Alman edebiyatında önemli bir yer edinmeyi başaracaktır.


"Alman Demokratik Cumhuriyeti sınırları içinde koca bir şehir. 2'nci Dünya Savaşı'ndan sonra, iki milyona yakın insanın yaşadığı büyükçe bir bölümünü ortasından alıp ayırmışlar. Şimdi herkes buranın Batı Almanya'ya bağlı bir şehir olduğunu sanıyor; hayır 'müttefiklerin denetiminde' bir şehir. Batı Berlin 12 ilçeden oluşuyor; bütünü 20 ilçe.. Batı Berlin 480 kilometre kare; bütünü 883... Eski Berlin'in içinde bir 'İç Berlin' dir burası. Çevresini insan boyunu aşan duvarlar ve dikenli mikenli tellerle çevirmişler. Günümüzdeki bütün sınıflı toplumların şehirleri gibi çelişkilerle dolu... Eskinin büyük alışveriş, yönetim, konaklama, eğlence merkezleri kenarda köşede kalmış; buna karşılık ikisinde de yeni 'sentrum'lar oluşmuş..." (Berlin Üçlemesi, Aras Ören, Remzi Yayınevi)


Akabinde yetmişli yılların ortaları...

Genç bir Türk tiyatro oyuncusu Emine Sevgi Özdamar tam da o tarihlerde İstanbul'dan Berlin'e gelmişti. Batı Berlin'in Wedding ilçesinde iki Alman kızkardeş ile birlikte kalırken onların daktilosunu kullanarak ilk romanını Almanca yazmaya başladı. Gündüzleri de özel vize ile sınırdan geçip Doğu Berlin'de tiyatro provalarına katılıyordu. Özdamar da Ören gibi yaşadığı şehrin nabzını tutup yazdığı romanlarda Alman edebiyatına kalıcı bir iz bıraktı.   

"Trende, noel bayramının son günü, yani bu sabah, benden başka hiç kimse yoktu. Tren gittikçe yavaşlamaya, ıssız Doğu Berlin istasyonlarından geçerken dışarıdaki karanlık içeri sızmaya başladı, tren içerisinde ne kadar çok ışık yandığına hayret ettim. Friedrich Caddesi sınırındaki geçitte dükkanın kepenkleri, tıpkı Wedding'deki 'Sütçü' dükkanının her zaman perdelerinin kapalı olduğu gibi inikti. Sınır geçidine girmeden, batıya ait trende Batı Alman gazetesini çıkardım, Pasolini fotoğrafını yırtıp çantama koydum. Doğu Berlin'e götürmem yasak olan gazeteyi attım." (Seltsame Sterne starren zur Erde, Emine Sevgi Özdamar, Kiwi Verlag)


Berlin'deki tarihsel yolculuğumuzun devamını ve Türk işçilerinin Batı Berlin'in kenar mahallelerinde kendilerine yer bulmalarını Esmahan Aykol'un yarattığı kahramanı Kati Hirschel'in dilinden okuyoruz:

"Annemin evi Kreuzberg'in, orada yaşayıp Türk kökenli olmayanların dahi 'Küçük İstanbul' diye adlandırdıkları Türk kesimindeydi. Yani doğrusu İstanbul'a ait kartpostalları gören birinin bu fakir çevreyi İstanbul diye adlandırması imkansızdı fakat bu da ayrı bir hikaye.

Semtin sırtları Berlin duvarına dayandığı için pek popüler değildi ve kiralar oldukça düşüktü. 1965'te 'Misafir İşçi' olarak gelen Türkler bu yüzden oraya yerleştirildiler. Önce Türk işçileri geldi, sonraları benim zamanımda ise Alman solcuları..." (Hotel Bosporus, Esmahan Aykol, Diogenes Verlag)


Her şeyin sonu olduğu gibi utanç duvarı da gün gelip yıkılacaktı. Duvarın yıkılması ve iki Almanya'nın birleşmesine ise yine bir Türk yazar olan Yade Kara'nın konusu Berlin'de geçen eserini okurken tanık oluyoruz. Duvar ile birlikte Hasan Kazan'ın ailesi de yıkıma uğrayacaktır. Kitabın kahramanı Hasan Batı Berlin'de doğmuş heyecanlı, hayatı dolu dizgin yaşamaya hevesli bir gençtir. İstanbullu annesi ev hanımı, taşradan gelen babası ise seyahat acentası işletmekte, o zaman kadar hayatından memnun hali vakti yerinde olan insanlardır.

"Noel kutlamaları coşkuyla yapılıyordu. Sanırım duvarın yıkımından sonraki noel haricinde hiç bir kutlama bu denli gönülden yapılmamıştı. Doğu-Batı ziyaretleri ve bu derece yoğun ailevi hisler Almanya'da pek nadir yaşanırdı.

22 Aralık 89'da Brandenburg Kapısı açılmış, doğudan ve batıdan gelen büyük patronlar birlikte duvar yıkıntıları arasında yürümüşlerdi - ve böylelikle İngrid'in kuzeni Erika'da hayatımızın ortasına yürümüştü, ve işte ondan sonra hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktı... " (Selam Berlin, Yade Kara, Diogenes Verlag)


Eserlerinde Berlin'e yer veren, şehrin nabzını tutup tarihe tanıklık edip uğradığı değişimi ve o şehrin nefesi olan insanlarını anlatırken, sadece görünen ve ortada olanı değil toplumun sınırlarında gezinenlerin de sesi olacaktı yazarlarımız. 

Yüz yıla yakın bir zamandır Türk kökenli edebiyatçıların kült haline gelmiş eserlerine mekan olan Berlin, yolu bu şehre düşen ve sanata gönül veren herkese ilham vermeye devam edecek. Ve umulur ki artık Berlin üzerine yapılan her eserde Türk izleri olacak, çünkü artık Türk insanı bu şehrin ayrı düşünülemez bir parçası haline gelmiş durumda.   

Defne Seidel - Ocak 2021


Kommentare

Beliebte Posts